Türk hukuk sisteminde açıkça düzenlenmemiş olmasına rağmen uygulamada sıkça karşılaşılan kurumlardan biri inançlı temliktir. Genellikle bir alacağın veya mülkiyetin devri şeklinde karşımıza çıkan bu işlem, taraflar arasında kurulan güven ilişkisine dayalı olarak yapılmakta ve devralanın, devraldığı hakkı belirli bir amaçla sınırlı şekilde kullanacağı ve amacı gerçekleştirdikten sonra devredene iade edeceği yönünde bir taahhüt içermektedir. Ancak bu ilişkinin ne ölçüde bağlayıcı olduğu, mülkiyetin gerçekten devredilip devredilmediği ve işlemin üçüncü kişiler nezdindeki etkisi gibi hususlar, uygulamada ve doktrinde tartışma konusudur.
İnançlı temlikin unsurları incelendiğinde, geçerli bir temlik işleminin varlığı, taraflar arasında bir inanç sözleşmesi bulunması ve bu sözleşmeye dayalı olarak devralanın yükümlülük üstlenmiş olması gerekir. Yani işlem hem dış dünyada geçerli bir temlik gibi görünmekte hem de taraflar arasında inanç sözleşmesi ile sınırlandırılmaktadır. Bu nedenle işlem, şeklen mülkiyet devri olarak görülse de taraflar arasındaki irade, farklı bir amacı ortaya koymaktadır.
Özellikle uygulamada inançlı temlikin bir borcun teminat altına alınması amacıyla kullanıldığı durumlar sıkça karşımıza çıkmaktadır. Borçlunun edimini gereği gibi ifa etmeyeceği yönünde tereddüt bulunduğu hallerde, alacaklı, alacağın teminat altına alınması amacıyla ilgili hakkın mülkiyetinin kendisine devrini talep etmekte; borcun ifasını müteakip söz konusu hakkı devredene iade edeceğini taahhüt etmektedir. Ancak bu yapı, şekil şartlarına bağlı olan rehin kurumunun dolanılması izlenimi doğurduğundan, doktrinde kanuna karşı hile tartışmalarını da beraberinde getirmektedir.
Nitekim doktrinde inançlı temlikin hukuki niteliğine dair farklı görüşler mevcuttur. Bir görüşe göre inançlı temlik, özellikle teminat amacıyla kullanıldığında, fiilen rehin işlevi görmekte olup taraflar arasında geçerli bir güven ilişkisine dayanmaktadır. Bu görüşe göre, inançlı temlik bir borç ilişkisinin yan edimi olarak geçici ve şartlı bir mülkiyet devridir. Diğer bir görüş ise inançlı temlikin tam anlamıyla bir mülkiyet devri olduğunu, inanç sözleşmesinin ise ayrı bir borç doğurduğunu savunur. Bu görüşe göre, işlemde mülkiyetin devri tamamlandığı için artık mal üzerindeki tasarruf yetkisi devralandadır ve geri verme yükümlülüğünün ihlali ancak borçlar hukuku kapsamında değerlendirilebilir.
Yargıtay kararlarında da inançlı temlik kurumunun benimsendiği ve bazı durumlarda teminat amacıyla yapılan temliklerin bu kapsamda değerlendirildiği görülmektedir. Ancak özellikle taşınmazlar bakımından inançlı temlikin geçerli olabilmesi için taraflar arasında yazılı bir inanç sözleşmesi yapılmış olması aranmaktadır. Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun benimsemiş olduğu kararlarında da şekle tabi olmayan bu sözleşmenin geçerli sayılabilmesi için yazılı delille ispat edilmesi gerektiği açıkça belirtilmiştir.
Uygulamada en sık karşılaşılan sorunlardan biri, inanç sözleşmesinin yazılı şekilde yapılmaması ve bu nedenle ispatın mümkün olmamasıdır. Diğer önemli bir risk ise devralanın hakkı kötüye kullanarak geri vermemesi ve bu durumun özellikle taşınmazlarda ciddi sonuçlar doğurmasıdır. Bunula birlikte, üçüncü kişilerin iyi niyetli kazanımlarının korunup korunamayacağı da ayrı bir sorundur.
Tüm bu nedenlerle, taraflar arasında inançlı temlik yapılacaksa, işlemin hukuki güvenliğini sağlayacak önlemler alınmalıdır. Bu kapsamda, inanç sözleşmesinin mutlaka yazılı şekilde düzenlenmesi, temlikin amacı ve geri verme şartlarının açıkça belirtilmesi, gerekirse noter nezdinde tasdik edilmesi veya tapuya şerh düşülmesi gibi yollarla ilerlenmesi önerilmektedir.
Sonuç olarak, inançlı temlik, Türk hukukunda açıkça düzenlenmemiş olmakla birlikte, doktrindeki tartışmalar ve Yargıtay içtihatlarıyla çerçevesi belirlenmeye çalışılan, ancak uygulamada hâlen birçok belirsizlik barındıran bir müessesedir. Özellikle teminat amacıyla kullanımında, rehin hukukuna ilişkin şekil şartlarının dolanılması riski ve işlem güvenliğine yönelik kaygılar ön plana çıkmaktadır. Bu bağlamda, inançlı temlikin kapsamını, hukuki niteliğini ve üçüncü kişilere etkisini netleştirecek açık ve sistematik bir yasal düzenleme yapılması önem arz etmektedir.










